H. Yücel Koç
Olağan Stres ve Sushi
Stres iş hayatının olağanı oldu. Stres yoksa yaşadığımız hayatı doğal bulmuyoruz. Adeta stres yoksa başarının, üretimin, verimliliğin olamayacağına inanıyoruz. Kişisel gelişim kitaplarında, eğitimlerinde Japonlar ve sushi hikayesine denk gelmişsinizdir.
Japon balıkçılar gece boyu avlanır, avladıkları balıkları sepetlere doldurur ve karaya dönerler. Japonlar bu balıklarla yapılan sushileri taze bulmaz ve yedikleri sushilerden keyif almazlar. Japon balıkçıları yakaladıkları balıkları buz dolu havuzlarda muhafaza ederek karaya ulaştırırlar ama bu da Japonları mutlu etmez. Sonra teknelere soğuk hava depoları kurulur. Gelen balıklar daha tazedir ama dolaba giren balık tadından çok şey kaybetmektedir. Japon balıkçılar teknelerine akvaryumlar yapar ve yakaladıkları balıkları canlı canlı akvaryumlara koyarlar. Sonunda sofralara sushi olarak gelen balıklar iyidir ama yine de eksik olan birşeyler vardır.
Avcılıkta son nokta, çılgın bir Japon balıkçı teknelerdeki akvaryumlara bir küçük köpek balığı koymak gerektiğini bulur. Yakaladıkları canlı balıklarla küçük köpek balığı akvaryumda yakalamaca oynadıklarında sushiye dönüşecek balıklar lezzetlerinden hiç bir şey kaybetmeden sushi sever Japonların masalarında yerlerini alacaklardır. Köpek balığı sushi olacak balıkları korkuttukça, stres, adrenalin, hayatta kalma rekabeti o balıkları diri ve taze tutacaktır. Sonuç stres, adrenalin, rekabet iyidir. Koştukça, kaçtıkça, mücadele ettikçe dinç ve dinamik olursunuz. Ne kadar yaşarsınız, hangi hastalıklara yakalanırsınız bilemeyiz ama yaptığınız işte başarılı olursunuz.
Hikâye ne kadar doğru bilmiyorum. Japonlar daki muhteşem lezzet algısı da kafamda deli sorular oluşturmadı değil. İşin Japonya tarafında hiç değilim. Ama üstteki hikâyenin çılgın başarıya örneklendirilmesi konu Japonlar olunca onlar yapıyorsa doğrudur izlenimini uyandırıyor ki, bu noktada bir durup düşünmeliyiz derim.
Çok basit işlerden, komplike işlere kadar birçok işte stresin olmazsa olmaz olduğunun yerleştiğini düşünen yalnız ben olmasam gerek. Geçen hafta yeni kurulum yaptığımız bir iş yerinde kasiyerle gereksiz bir konuşmanın içine düştüğümü fark ettim. Konuşmanın son kısmında kasiyere Mars a uydu indiren Nasa ekibinin daha az stres yaşayacağını anlatıyordum. Biran durdum, ne yapıyorum ben dedim. Sinirlenmiştim. Bu durumun tüm iş yapış şeklimizde kurumsallaştığını, kanıksandığını, ön şart olduğunu fark ettim. En alttan en üste tüm çalışanlar için durum benzerdi. Stres varsa iş iyi, stres varsa başarı vardı.
Eğitimin zayıfladığı, evrenselliğin geri plana itildiği, sözlü kuralların ve duyguların ön plana çıkarıldığı tüm yapılarda stres kurumsallaşıyor, çünkü riskler artıyor. Doğru planlama yapamadığınız için, öngörüler oluşturulamıyor. Yelkeni, motoru olmayan gemilerle, kas gücünüze güvenip küreklerle yola çıkıyorsunuz. Doğanın muhteşem gücüne, enerjisine cevabınız matematik ve bilimin dışındaysa o gemi hiçbir yere varamıyor. Sonuç, anlamlandıramadığınız stres.
Belki de başarıya ölçülü stres olumlu etki edebilir, ama ölçü nedir? Bildiğim bir şey var ki, o da Hayat, dengedir. Herşey yeteri kadar olursa başarı geliyor. Doğru başarı da içinde huzur, mutluluk, sağlık barındırıyor. Bunları içermeyen başarı ne kadar kıymetli olabilir ki? Diyebilirsiniz ki başarı acı ister, adanmışlık ister. Elbette haklı olabilirsiniz, hedefleriniz arasında dünyayı değiştirmek varsa. Madam Curie gibi. Anemiden ölmüştü. Dünyayı değiştirebilmek adına fazla radyasyona maruz kaldığı biliniyordu. Gerçek bir dâhiydi. Umarım mutlu da olmuştur.
Sözün özü; dünyayı değiştirme gibi hevesleriniz yoksa, yaptığınız işin en iyisini yapın. Ama stresiniz ne sizi, ne de sizinle hayatı paylaşanları mutsuz etmesin, hayatınızın olağanı olmasın.
Mutlulukla kalın.