H. Yücel Koç
Emanetin Onurumuzdur
Bugün 30 Ağustos 2022, muhteşem kazanımın 100. yılı. Tam bir asır. Bu kazanımla kurulan Cumhuriyetimiz bizlere, “Vatanın müdafaası mecburiyeti olmadıkça savaş bir cinayettir” diyen Başkomutan’ın ve onunla bu yola baş koyan binlerce gizli kahramanın hediyesidir.
Atalarım Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşarlarmış. Cumhuriyet kurulmuş, eğitim seferberliği ilan edilmiş. Mavi Gözlü Dev “Asıl savaş şimdi başlıyor, o da cehaletle savaş” demiş. Devlet köyümüze bir “eğitmen” atamış. Her köye gönderilecek kadar öğretmen yok. Rahmetli Dedem yeni alfabeye geçildiğinde ilkokul üçüncü sınıftaymış. İlk iki sene eski yazıyı öğrenmiş, üçüncü sınıftan sonra ise yeni yazıyı öğrenmiş. O da tüm Cumhuriyet çocukları gibi Atatürk’e hayran. Köyde geçim zor. Hayat tarım üzerine kurulu. Tarımsal verimlilik çok düşük. Aç kalmamak için çoluk çocuk çalışmak zorunda. Dedem için de başka bir seçenek yok. İlkokul bitiyor ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor. Büyüyor, evleniyor ve altı tane çocuğu oluyor. Atatürk’ün “cehaletle savaş” sözü hep aklında. Bu söze yüreğini koyuyor. Hem aile büyüklerini hem de kendi çocuklarını geçindirme mücadelesi verirken, çocuklarımı da okutacağım diyor. Ben bildim bileli güneş doğmadan kalkar ve işe koyulurdu. Çocukları okumaları için önce bağlı oldukları ilçeye (Hekimhan) gönderiyor. İlçede ev tutuyor. Köyden ilçeye eşek sırtında yiyecek, yakacak odun taşıyor. Liseyi bitiren çocukları ise Ankara’da yakın akraba Mehmet Amca’nın gecekondusuna yolluyor. Ankara’ya giden çocukların sayısı artınca Ankara’dan ev tutuyor ve babaannemi de Ankara’ya gönderiyor. Kendisi de çocuklar kendilerini kurtarana kadar gece gündüz çalışmaya devam ediyor. Çocukların hepsi “cehaletle savaşı” kazanıyor.
Ben baba tarafımın da anne tarafımın da en büyük torunuyum. Bu durumdan hep keyif aldım. Sevgi içinde büyüdüm. Ankara’nın kenar semtlerinden birinde geçti çocukluğum. Annem Köy Hizmetleri’nde daktilograf, babam da Maliye Bakanlığı’nda memurdu. Mahallenin devlet okulunda, dünyanın en güzel öğretmeni “Zeynep Hoca’nın” sınıfında ilkokula başladım. Zeynep Hoca akrabamızdı. Öğretmen okulu mezunuydu. Dikiş dikmeyi de bilirdi, sıra boyamayı da, domates fidesi dikmeyi de, pedagojiyi de, matematiği de. Ama en iyi Türkçe’yi bilirdi, sevgiyi bilirdi. Kitap okumanın hobi değil, su içmek gibi nefes almak gibi zorunlu olduğunu ondan öğrendim. Kimseyi ezmemeyi ama kimseye ezilmemeyi de ondan öğrendim. Ülkeyi sevmeyi, Başöğretmeni sevmeyi ondan öğrendim. Annemin harika bir sözü var, “Bir çocuğun en büyük şansı ilkokulda iyi bir öğretmene rastlamasıdır.” Zeynep Hoca da benim en büyük şansım. Başöğretmenin meşalesini gururla, şevkle, inançla taşıyan, kendilerini vatan çocuklarının eğitimine adamış binlerce öğretmenden birisiydi. Akşam bizi evlerimize yollar, mahallenin teyzelerini sınıfa toplar ve onlara okuma yazma öğretirdi. Bizi mezun etti, devlet Zeynep Hoca’yı Almanya’ya gönderdi. Orada doğan Türk çocuklarına öğretmenlik yapmaya, Atatürk’ü anlatmaya, Cumhuriyet’in kıymetini öğretmeye.
Sonra mezun olduğum ilkokulun yanındaki devlet ortaokuluna kaydoldum. Son sınıfta neredeyse tüm ortaokul son sınıf öğrencilerinin yaptığı gibi özellikli devlet okullarının sınavlarına girdim. Üç farklı devlet okulunun sınavlarını kazandım. Bunlardan Askeri Lise’yi tercih ettim. Zamanının en modern lisesi olan Maltepe Askeri Lisesi’ne gittim. Hiçbir iltimas, haksızlık olmadan. Benimle birlikte okulu kazanan tüm arkadaşlarım gibi. Esnaf çocuğu, çiftçi çocuğu, doğulu, batılı, her inanıştan ülke çocukları, ülkenin dört biryanından bir araya gelmişti. Hepimiz aynıydık, eşittik. Hiçbirimize, hiç kimse, kökenimizi, inancımızı sormadı. Aynı sırada oturduğum arkadaşımın benim o zaman hiç bilmediğim bir kökenden geldiğini yirmi yıl sonra öğrendim. Bunun Cumhuriyet’in harika bir nimeti olduğunu ise çok daha sonra anladım. Matematik öğretmenimiz “Bu okula Ankara’dan boruyla para akıyor, hakkını vermek boynunuzun borcu” derdi. “Yetim hakkı” gerçeğiyle orada tanıştım. Devlet’in benim için harcadığı her kuruşta yetimlerin hakkı vardı. Sonra Ulu Önder’in adı verilen “Gazi Üniversitesi’ni” kazandım. Yine ülkenin dört bir yanından gelen Anadolu çocuklarıyla, Cumhuriyetin yetiştirdiği harika hocalarının derslerine girdim. Rahmetli Profesör Doktor Şükrü Kızılot da hocamdı. Ülkenin en yüksek tirajlı gazetesinde köşesi vardı. Bizler için bir efsaneydi. Bir ders çıkışı amfinin kapısında bana seslendi. Cebinden bir kâğıt çıkardı. Kâğıtta bir şirket adı, şirketin sahibinin adı ve iletişim bilgileri vardı. Bu şirkete git, bu kişiyle konuş seni işe alacak dedi. Ben kendisinden iş istememiştim. Ama o çalışmam ve farklı bir tecrübe kazanmam gerektiğini düşünmüştü. Bana destek olmalıydı ki ülkeye faydam olsun, Cumhuriyet’e sahip çıkayım. Şükrü Hoca’nın ailesi çok fakirdi, bulunduğu yere gelebilmek için çok çalışmıştı ama unutmadığı bir gerçek vardı ki o da Cumhuriyet’in bahşettiği fırsat eşitliğiydi. Öğrencileri de bunun kıymetini bilsin ister ve fırsat eşitliğini öğrencileri de yaşasın diye çaba harcardı. Üniversite’den mezun oldum, belki 20 yıl sonra İstanbul Beyoğlu’nda bir restoranda üniversiteden üç arkadaşımla yemek yiyorduk. Bir süre sonra içeri Profesör Doktor Yalçın Küçük girdi. Hemen masasına gittik. Her zamanki kibarlığıyla, ilerlemiş yaşına karşın ayağa kalktı, hepimizle tokalaştı. Bana “biraz kilo almışsınız ama gözleriniz hiç değişmemiş” dedi. İnanamadım. Yıllar sonra bile nasıl baktığımı, gülüşümü hatırlıyordu. Ülkemizde onun yazdığı kitap sayısı kadar kitap yazabilmiş insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Cumhuriyet böyle bir Hoca’dan hiçbir maddi karşılığa katlanmadan benim ve binlerce gencin ders alabilmesini sağladı. Hatta bana Yalçın Hoca’ya bir derste “Hocam siz yanılıyorsunuz” diyebilme özürlüğünü ve cesaretini verdi.
Dedem okuma yazma bilmeyen bir babanın çocuğuydu ve Cumhuriyet’e doğdu. Okuma yazma öğrendi, babam okudu ve devlet memuru oldu. Ben onlardan aldığım “cehaletle savaş bayrağını” kendi evladıma teslim ettim. O da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emaneti Cumhuriyet’in değerlerini yaşıyor ve kendi çocuklarına bu emaneti onurla teslim edecek.
Aslında o kadar kalabalık ve o kadar güçlüyüz ki. Karşımızda olduklarını düşünenlerin yanılgısı ise “medeni duruşumuz.” Paşam 1919 yılında Samsun’a çıktığında 38 yaşındaydı. Aynı yıl İngilizler ’in talebiyle görevinden alındı. 39 yaşında hakkında katli vaciptir kararı çıkartıldı ve gıyabında idam kararı verildi. Herkesin tüm umutların bittiğini düşündüğü anda bile umudunu yitirmedi. Cumhuriyetimizi ilan ettiğinde 42 yaşındaydı. “Medeni duruşumuz” nedir diye sorarsanız, o’nun yazdığı Nutuk’u okumalısınız.
Son nefesimize kadar O’nun kurduğu Cumhuriyet’in bekçileriyiz. Nasıl ki o hiç yılmadı ve hayatını ortaya koyduysa, bizler de yılmayız. Andımız var. Senin kurduğun Cumhuriyet’in okullarında, bu milletin dişinden tırnağından artırdıklarıyla medeniyetin ışığına kavuşan evlatlarının kaybettiklerinde kahrolacakları tek şey onurlarıdır. Rahat uyu sevgili “KOMUTANIM.”
Cumhuriyet sadece erdemdir.